Meraba Dostlar,

1980 li yıllarda Mimarlar Odası, aylık dergisinde Sanayi adıyla uzun bir makale yayınlamıştı. İngiltere'de 1400'lerde yasalaşan miras yasasına göre büyük tarım arazileri miras yoluyla bölünemez diye.(Common Law)

Bunların sahipleri ölünce belli şartlarda anlaşılarak işletmeye devam etmek isteyen varis bu mülke sahip olacak diğerleri ise hisseleri oranında küçük bedellere razı olacaklardı. Osmanlıda ise esas olarak miri arazi ve vakıf arazi olarak iki tür vardı. Savaşlarda başarı gösteren paşalara verilen arazilerde paşanın ölümünden sonra yine miri arazi ( padişahlığa ait) şekline dönerdi.

Tanzimat'la birlikte batılılaşma hevesiyle Avrupa'dan özellikle İsviçre'den alınan aslında Roma Kanunları benimsenince bu büyük araziler miras yoluyla bölünmeye başlayıp yüzlerce dönüm büyüklüğündeki tarım arazileri miras yoluyla bölüne, bölüne üç beş dönüm araziye evirilmiştir.

Günümüzde neredeyse şehir parselleri arasında kalan bu küçük tarım arazilerinde verim çok düşmüştür. Toprak işleme aletleri olan en basitinden Traktör almak veya kiralamak, tohum almak, gübre almak, spesfikasyona uygun ürün yetiştirmek artık kolay iş değildir. Yıllar sonra bu gerçekleri içselleştiren devlet nihayet Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı yasasında yapılan değişiklikle mutlak tarım arazilerinde 20 dönümden az olamaz şartını gelmiştir.

Tutucu geleneksel bir toplum düzeninden geldiğimizden ne yazık ki zamanı biraz geriden takip etme alışkanlığımız var. Örneğin biz hala hayvancılık deyince bir inek, iki koyun, on beş, yirmi tavuk diye biliyoruz.

Oysaki gerek Anadolu'yu gerekse Trakya'yı gezseniz beş on binlik besi çiftliklerini yanında mandıraları, entegre tesisleri ve marka dönemine girmiş tesisleri göreceksiniz. Büyüklüğe rağmen bu şirketler sabah erkenden frigofrik araçlarıyla yollara eleman çıkarıp Fatma teyzenin de sütünü yumurtasını toplamaktadırlar.

Geçen gün Metrobüste Trakyalı bir yoldaş yanıma oturdu benimle geyik muhabbetine başladı; ' Beyim hayvancılığı öldürdüler, baksana samanı bile ithal eder olmuşuz' deyince… 'Hemşerim hayvancılık ölmüş,yok edilmişse ithal edilen bu samanı kim yiyor 'dediğimde az sonra algı oluşunca sinirli bir şekilde arkasını döndü, bir daha da benimle konuşmadı.

Günün şartlarında tarım da, ziraat da, sebzecilik de bir acayip oldu. Ben yerli salatalığı, Anadolu (altı yaralı) domatesini bahçemde yetiştirdim. Organik fide beş on domates yirmi salatalık verirken Üniversiteden bir dostum bir hibrit salatalık fidesinden yüz elli salatalık aldı. Benim yetiştirdiğim salatalık on, on beş gün dolapta dayanırken hibrit salatalık bir hafta sonra elime aldığımda parmağım içine giriyordu. Geçen gün televizyona çıkan bir ziraatçı 'Şimdi yetişen domatesleri yere atıyorum, plastik top gibi zıplıyor' demişti. Artık ne salatalıklar, salatalık gibi ne de domatesler, domates gibi kokuyor.

Şu var ki halk marketlerinde satılan bu plastik ürünler üç beş lira, organik satan lüks marketlerde ise kilosu on beş yirmi lira. Yani asgari ücretli plastik ürünleri yemek zorunda bırakılmaktadır. Halk pazarında kestane yirmi lira iken ünlü bir markette kilosunu kırk lira olarak gördüm. Ne yazık ki bunlar da hayatın gerçekleri. Fakirlere plastik zenginlere organik….Kalabilirseniz tabii Sağlıkla kalın, Hoşça kalın diyeceğim…..


Ömer Suat MENALİ
Y. Mimar